ÇIRAK
- Merve Başer
- 20 Kas 2023
- 4 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 8 Ara 2023
Yazar: Merve Başer
Çizer: Habibe Tungaç
Editör: Betül Bolat
Şef Editör: Behice Kavak

Dokuz on yaşlarındaydım o zaman. Çıraklık Odası’na gideceğim söylendiğinde hayatımda ilk defa bir korku sarmıştı içimi. Bu oda, benim gibi uslanmaz çocukların gönderildiği bir ceza odasıydı.
Okul biraz tatil olsun istemiştim ve aklıma müthiş bir fikir gelmişti. Pazar günü, kitabımı unuttuğumu bahane edip okula girdim. En üst kattan başlayarak tüm katlarda tuvaletlerin, lavaboların musluklarını sonuna kadar açtım. Güvenlik kulübesinde bir gün önceki maçın özetini hop oturup hop kalkarak izleyen Kerim Ağabey ancak akşam fark etmişti durumu.
Uslanmaktan mı yoksa odada başıma geleceklerden mi korktuğumu bilmeden okulun zemin katında bulunan odanın kapısına doğru ilerledim. Taş zeminde öbek öbek duran su birikintilerine bakılırsa duvarlar ve tavan hâlâ su sızdırıyordu. Binanın elektriklerini tedbir amaçlı kesmişlerdi. Karanlık koridorda ürkek adımlarla ilerleyip koridorun sonundaki odaya ulaştım.
Kapıyı açtığımda, yemyeşil çayırların ardında uzanan masmavi okyanus ve onun üzerinde henüz yükselmekte olan yakıcı güneş karşıladı beni. Diğer ayağımı da içeri attığımda ardımda bıraktığım kapı yok oldu.
Nerede olduğumu anlamak ümidiyle yürümeye başladım. Bir süre sonra bembeyaz, ipek gibi kumların sıcağı ayakkabımın tabanını aşıp ayaklarıma ulaştı. Birazdan kendimi serin kollarına bırakacağım okyanus, karşımda adeta dans ediyordu.
— Ceza dedikleri… Hahahah! Ceza dedikleri bu muymuş yani? Heyt be! Cennet burası!
Kendi kendime kahkahalar atarak ne kadar konuştum, sahilde oradan oraya ne kadar zaman koşup durdum bilmiyorum. Yorulup acıktığımı fark ettiğimde saat çoktan öğleni geçmişti. Getirdiğim çikolata ve şekerleri almak için ellerimi cebime soktuğumda bir ses duydum.
— Hey çırak! Geldiğin yerden hiçbir şey getiremeyeceğini söylemediler mi yoksa sana?
— Ne? Aaa evet. Ben sadece…
Elimi cebime attığımda yanımda getirdiklerimin yok olduğunu fark ettim. Az ileride taşların üzerine oturmuş beni izleyen adama dönerek, “Yok olmuşlar zaten.” dedim.
Kayanın üzerinden kumlara atlayarak yanıma geldi. Bu dev gibi adamın beline geliyordum ancak. Geniş omuzları ve parlak yeşil gözleri bir kilometre öteden bile fark edilebilirdi. Muzipçe gülümsedi.
— Beni takip et bakalım.
Ardı sıra yürüdüm. Çalılarla çevrili toprak yoldan geçip kerpiç evlerin olduğu bir köye girdik. Etrafta derilerinin rengi çikolataya benzeyen iri gözlü, kıvırcık saçlı bir sürü çocuk vardı. Neşe içinde oyunlar oynuyorlardı.
— Adım Fatih ve burası Uzi Adası. Sen de benim çırağımsın.
— Siz kimsiniz ki?
— Ben bir su savaşçısıyım.
— Su savaşçısı mı?
— Evet.
— Ne yapıyorsunuz burada Fatih Ağabey?
— Su kuyuları açıyoruz Ömer.
— Su kuyusu mu? Bizim köyde de vardı. Öyle kuyular mı?
— Evet ama biraz farklı. Gel benimle!
Ustam – ben çırak olduğuma göre o da ustamdı – yürüdükçe ben ardında nefes nefese kalıyor, toprak yolun tüm tozunu yutuyordum. Çatısı yapraklarla örtülü evlerden birine girdik. Ter içinde kaldığımı gören ev sahibi elinde bir bardak suyla yanıma geldi. Anlamadığım bir dilde konuştular ustamla. O kadar susamıştım ki suyu alır almaz tek nefeste içtim. Su içmemiştim de bir demiri yalamıştım sanki. Ağzımda kalan bu kötü tat yüzünden yüzümün buruştuğunu gören ustam hâlime güldü.
— Sanırım tadını pek beğenmedin.
— Usta, bu sanki…
— Bu su bile çok kıymetli buradaki insanlar için. Teşekkür etmelisin.
Bu sırada eve girmiştik. İki odalı, halısız, perdesiz, televizyonsuz bir ev ve ilk odada bir köşede sessizce yatan küçük bir çocuk vardı. Çocuğun gözleri bomboş bakıyordu. Odaya girenlerin farkında değilmiş gibiydi. Ustam biraz konuştuktan sonra birkaç paket ilacı çocuğun başında bekleyen kadına uzattı.
Evden çıkıp büyük ve kuleye benzeyen bir yapının yanına geldiğimizde merakla sordum:
— Usta, o çocuk çok mu hasta?
— Evet Ömer, sadece o çocuk değil bu köyde yaşayan tüm çocuklar hasta ya da çok yakında hasta olacak.
— Salgın mı var?
— Su yok Ömer. Bu kuleyi görüyor musun? Buradaki motorla yer altından çıkan suyu arıtıyorlardı. Bir ay önce motor bozulmuş. Su düzgün arıtılmadığından köyde kolera salgını başlamış.
— Marketten neden su almamışlar usta, neden buradan içmişler bile bile?
— Ömer, köyü neredeyse tamamen gezdik; market gördün mü?
Başımı öne eğdim.
— Sen çok şanslı bir çocuksun Ömer fakat buradaki insanlar senin kadar şanslı değiller. Bir sürü köy gezdim burada biliyor musun? Bazılarında insanlar içme suyu bulabilmek için kilometrelerce öteye yürümek zorunda kalıyorlardı. Küçücük çocuklar bile!
— Sen buraya neden geldin usta?
— Yaşadığım şehirde barajlardaki suyun azaldığını okudum bir gün gazetede. Susuz kalsak ne yaparız diye düşünürken buralar geldi aklıma. Duramadım. Elimden ne geliyorsa yapmaya karar verdim. Çünkü susuz kalmak havasız kalmak gibiydi.
— Nerede kalıyorsun, otel var mı burada?
— Bazen arabada, bazen köylerin okullarında…
— Ben de su savaşçısı mı olacağım peki?
— İstemez misin?
— Bilmem. Nasıl su savaşçısı olunur ki? Hem ben bu kadar uzaklara gelemem. Annem izin vermez.
— Bu kadar uzaklara gelmene gerek yok Ömer. Yaşadığın yerde suyu israf etmeden kullanman bile seni su savaşçısı yapar. Biliyor musun dünya üzerinde var olan su miktarı değişmez. Buharlaşıp, yağmur olup geri döner yeryüzüne. Orada tasarruf ettiğin damlalar burada yağmura dönüşebilir.

Yaptığım şey aklıma gelince çok utanmıştım. Uzun süre hiç konuşmadan ustamın motoru tamir edişini seyrettim.
Uzi Adası’nda yaklaşık bir hafta kaldım. Su bulunduğunda sevinçten ağlayan, birbirine sarılıp çığlıklar atan insanlar gördüm. Bazen su bulmak için uzun su yürüyüşleri yaptık. Ama aklımda en çok yer eden kara gözlü, kocaman gülüşlü çocuklardı.