ÂH, O GEMİDE BEN DE OLSAYDIM!
- Adalet Keleş
- 16 Kas 2023
- 5 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 4 Ara 2023
Yazar: Adalet Keleş
Editör: Ayşe Kevser Can
Şef Editör: Behice Kavak

1889 Haziran
Yaşım henüz on iki idi. Memleketin bazı sorunlarının içinde biraz çocuk, çokça yetişkin olduğum bir dönemdi. Kahvehanede Bahriye Nazırı Hüsran Bey’in yıllanmış bir gemiyi ilk defa başka bir ülkeye göndermek için emir verdiği konuşuluyordu. Gemilere karşı ilgim mahut olduğundan bu konu oldukça dikkatimi çekti. Kim bilir o koca gemiyle hangi maceralara yelken açılacaktı? Önüne çıkacak engelleri nasıl göğüsleyecekti? Dalgalar beşik gibi sallayacak mıydı gemiyi? Hemen kulak kesildim, acaba kaptanı kim ola bu geminin? Çok uzun sürmedi Ali Kaptan’ın, Bahriye Nazırı’nın zoruyla bu göreve getirildiğini öğrenmem. Ali Kaptan namütenahi bir yolculuğa çıkacaktı. O büyük denizleri aşacak, bilinmeyen cesametli yerler görecekti. Onu nerede bulabileceğimi biliyordum. Babamın amcazâdesiyle yakın münasebeti vardı. Ondan yardım istedim. Amcazâdem, benim biraz serkeş yanımı bildiğinden ısrarlarıma dayanamadı. Ali Kaptan’a durumu bildirdikten sonra bereket versin, “Akşam vakti getir çocuğu,” demiş. Haliç’te bir Rum mahallesinde akşamları muttasıl çay içtiği yere götürdü beni. Başımdan öptü görür görmez. Demek meraklı Cevahir sensin, dedi. Küçük bir tebessümle gülümsedim, içeriye buyur etti bizi.
— Aman efendim! Ben ayakta dururum. Siz konuşun, ben dinleyeyim.
— Hiç olur mu evlat? Gemiye, “Kaptan ol!” desem olacak cesarettesin. Sana buyurmak yakışır, otur lütfen.
— Sağ Olun efendim! Duydum ki Ertuğrul’a kaptan olacakmışsınız. Doğru mu?
— Doğrudur evlat! Benim de inanmam bir hayli zaman aldı. Ertuğrul; Allah’ın izniyle bizi yarı yolda koymaz ise, bize yakışır şekilde görevimizi tamamlayacağız.
— Olur mu, siz asla görevi yarıda koymazsınız.
— Ben değil de Ertuğrul koyarsa…
— Ümitsiz olmayın hiç efendim, siz üstün gücünüzle bunu da başarırsınız. Peki, Ertuğrul kaç kişilik bir gemi?
— Ortalama altı yüz kişi alır.
— Beni de alır mı?
— Seni alır, alır amma velakin seni ben almam. Daha çok gençsin. Mamafih başına bir iş gelirse mesuliyet alamam.
— Efendim, başıma ne gelebilir ki güvenilir denizcilerin yanında?
— Taş düşebilir, ayı çıkabilir Cevahir.
— Ayı mı? Hem de denizde ayı mı? Deniz ayısı hiç duymamıştım doğrusu. Okyanusta başka hangi canlılar var peki? Bir gemi kadar büyük canlı var mıdır?
— Ulan Cevahir güldürdün beni. Var tabii, bir deniz anası var ki İstanbul’daki anaların yarısını birleştirsen bir deniz anası etmez.
— Ertuğrul’la Büyük Okyanus’u da görecek misiniz?
— Göreceğiz elbet. Japonya kıyılarına ancak öyle ulaşabiliriz.
— Japonya mı? Onların çiğ balık ve böcek yediğini duymuştum. Aç kalmayacak mısınız peki?
— Cevahir, sen çok yaşa! Benim ömrüm senin olsun. Biz de yeriz bakalım beğenirsek, hem peksimetten daha güzeldir belki…
— Ne kadar kalacaksınız gemide?
— Ben kısa kalmayı yeğlerim. Altı ila yedi ay gibi bir süre biçiliyor. Çok daha yeni gemilerimiz varken Ertuğrul için ısrar ediyorlar. Düşünüyorum, gece gündüz çalışıyoruz. Abramak için çabalayacağım. Ya bu gemi beni yiyecek ya da ben Büyük Okyanus’u…
— Çocuklarınızı özleyecek misiniz?
— Kızım Neyyire… Ve henüz doğmamış torunum… Onları çok özleyeceğim.
— Sizi üzdüm sanırım, özür dilerim efendim.
— Hayır, evlat! Bilakis duygularıma ışık tuttun.
— Tersanede çalışan bir abiden duymuştum. Hint Okyanusu’nda devasa büyüklükte kayalar varmış. Yunan mitolojisinde “Ölümcül Helen” denirmiş buraya. Fırkateyn, dümeni oraya çevirirse kimse sağ dönemezmiş. Doğru mu bu?
— Bu tür efsanelere inanmak çok doğru olmaz, Cevahir.
— Kusura bakmayın efendim. Böyle efsaneler beni oldukça etkiler.
— Senin yaşlarındayken beni de etkilediğinden şimdi buradayım. Beni etkileyen deniz efsanelerini anlatmaya başlasam bitmez.
— Anlatırsanız çok iyi dinlerim efendim.
— Hz. Yunus’u yutan balığın okyanusun aynı yerinde hâlâ yaşadığı rivayet edilir.
— Yaaa! Bu muhal bir durum değil mi?
— Öyle tabii. Ama inananlar da var. Kim bilir belki de doğrudur. Bir de “Kızıl Gerdanlı Deniz Boğası” hikâyesi var, hiç duydun mu?
— Yok! Duymadım efendim, anlatın lütfen.
— Bu, Kızıl Gerdanlı Deniz Boğası; her zaman her yerde görülen bir varlık değildir. Onu görenler sırra erenlerdir. Rivayete göre Bardabaras Gemisi’nin de deniz boğası yüzünden battığı söylenir.
— Ne yapmış ki Kızıl Gerdanlı Deniz Boğası?
— Eğer rüzgârlı bir günde dalgaları önemsemediğini anlarsa deniz boğası, olanca gücüyle denize seslenip üfler. O kadar çok üfler ki, enerjisinden gerdanı kızıla döner. Suyu hiddetlendirip azgın dalgalara sebep olur, böyle bir dalgaya direnebilen neredeyse yoktur.
— Sizinle saatlerce oturup hikayelerinizi dinleyebilirim.
— Vaktimiz daralıyor evlat, biraz hazırlıklara göz atmam gerekir.
— Peki efendim, son bir soru. Bu zorlu görevi layıkıyla yerine getirdikten sonra ne yapacaksınız?
— Cevahir, bir kuru soğan ve bir kuru fasulye yiyeceğim ki şaşırırsın!
— O sofrayı size ben kurdurayım efendim. Seferden sonra da sizinle muhabbet etmeyi ve Japon kültürünü birinci ağızdan öğrenmeyi çok isterim.
— Hele bir sağ salim gelelim, o zaman sana sözüm olsun buluşup konuşalım.
(1889 yılı, Ertuğrul Fırkateyni’nin hikâyesidir. Japonya’ya ilk defa denizle gidilecek olmasının heyecanının yanında derin bir endişe mevcuttur. Çünkü gemi oldukça eskidir. Bu sefere katılan beş yüz küsur mürettebattan sadece altmış dokuz kişi sağ kurtulmuş, geminin kaptanı da maalesef vefat etmiştir. Bahsi geçen kaptan, Hasan Ali YÜCEL’in dedesidir.)
DALGAKIRAN CENGÂVER
20 MART 1891
Bulunduğum odanın duvarında asılı duran yazı dikkatimi çekmişti: “Devlet-i Aliye-i Osmaniye uğrunda fevkalade ibrazı şecaat ve sadakat ibraz edenlere mahsus madalya / sene 1890”
Ali Kaptan’la olan son konuşmamızda, döndüğünde mutlaka görüşeceğimize dair söz vermişti. Sözünü tutamadı. Ülkece yaşadığımız hüsran dolu günler Ertuğrul Fırkateyni’nden mütevellitti. Yerli ve yabancı basın “BATIK TÜRK GEMİSİ”, “ERTUĞRUL’U KİM BATIRDI?” manşetleriyle faciayı haykırıyordu.
Bartınlı Ahmet Erkiş odaya girdi. Kalktım, ellerine sarıldım öpmek için. Ellerimi sıkıca tuttu, başımı sıvazladı. Oturduk yerlerimize. Yüzündeki efkârın yanında mülakilerden olmasının mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Ona soracak çok fazla sualim vardı. Yarasını açmak istemezdim ama merakım mübremdi.
— Hoş geldin Cevahir.
— Efendim, hoş buldum. Daha iyi misiniz?
— Bu canı bize bağışlayana şükürler olsun. Adını Ali Kaptan’dan çok kez duymuştum.
— Benden bahseder miydi? Çok müteşekkir oldum.
— Elbette. Denize sevdası olan kişileri en üstte tutardı.
— Ali Kaptan… Söz vermişti, denizdeki muvaffakiyetlerini anlatacaktı.
— Deniz bambaşka bir âlem, bambaşka bir tutkudur evlat!
— Nasıl sağ çıkabildiniz?
— Boyumun yüz misli dalgalarla boğuşurken anlayamadım Cevahir. Sanki aşağıdan bir güç beni aldı, kaldırıp kıyıya attı.
— Yüz misli mi? On değil, yirmi değil, yüz mü?
— Romalıların Tanrı kabul ettiği Zedibus’un bizi kurtardığını söyledi, Japonlar.
— Zedibus mu? İlk defa duydum efendim. Koca gemi nasıl oldu da…
— O koca gemi fırtınaya esir düştü. Namütenahi bir okyanusta tarifi olmayacak dalgalarla çarpıştı.
— Kaç parçaya bölündü gemi?
— Sen de elli parça, ben diyeyim yüz parça.
— Çok iyi yüzme biliyor olmalısınız.
— Gemi parçalarını küçük bir teknecik gibi kullandım. Sarıldım, teker teker kucakladım parçaları. Dalgalar; beni önce sağdan sola sonra soldan sağa savurdu, durdu. Sonra yavaşlayarak sakinledi.
— Efendim onca şey… Korkmadınız mı?
— Korkulmaz mı hiç Cevahir... Heyecanımdan hiçbir uzvumu hissetmedim. Çenemi tutamadım, zangır zangır titredi.
— Sonra?
— Büyük bir “Deniz Cengâveri” beni aldı, boynuzları da vardı üstelik. Önce anlamadım. Gemi parçaları sandım ama altımdaki şey gitgide büyüyordu. Kalbim, bütün organlarımda atıyordu sanki. Oracıkta “Her şey bitti!” dedim.
— Deniz Cengâveri mi? Siz kahramansınız! Orada olmayı çok isterdim.
— Dahası var, gözlerim kapalıydı. “Haydi Ahmet,” dedim, “Topla kendini!”. Var gücümle sarıldım, boynuzun birine. Deniz Cengâveri hem benimle hem dalgalarla boğuşuyordu. Yine üzerimize gelen büyük bir dalga yüzünden ellerim boynuzu sağlam tutamadı. Cengâver, beni bir fırlattı havaya. Havada ben diyeyim beş, sen de on takla atarak ilerledim.
— Bunlar gerçek mi? Hayal bile edemiyorum. Çok heyecanlı çok…
— Daha bitmediii… Deniz Cengâveri beni üç odalı bir yere fırlattı. Çok sevindim, çok iyi ısınmıştım.
— Deniz evi mi? Isınan ve içerisinde odun yanan bir deniz evi mi?
— İlahi Cevahir, sen çok yaşa! Epeydir böyle gülmemiştim. Üç girişe de baktıktan sonra anladım ki ben bir balığın ağzına girmişim.
— …
— Cevahir? İyi misin oğlum?
— Efendim, anlattıklarınıza inanamıyorum. Bu benim hayallerimden de büyük!
— Ben de yıllarca denizlerde, okyanuslarda ömrümü geçirdim ama hiç böylesini yaşamamıştım oğlum.
— Nasıl kurtulabildiniz? Sizi yutmadı mı?
— Yutsa şu an burada olamazdım sanırım, Cevahir. Sonrasında balık beni karaya yakın bir yere püskürttü. Öyle kuvvetli püskürttü ki, kıyıdaki toprağı yaklaşık 50 santimetre aşındırmışım. Baygın olduğumdan balığı göremedim. Ama “Sezar Savaş Balığı” olduğu tahmin ediliyor.
— Sizi kim kurtardı oradan?
— Japon Sahil Güvenlik kurtardı. Yetmiş gün baktılar bize. Sonra da sağ kalanlar olarak sağlam bir gemiyle bizi ülkemize getirdiler. Onlara bir vefa borcumuz var.
— Size de. Ömür boyu hatıralarınızı yaşatmak, bizim vefa borcumuzdur efendim!