SAHİLDE GİZEMLİ BİR ŞİŞE
- Serap Doygun

- 13 Haz 2024
- 3 dakikada okunur
Yazar: Serap Doygun
Editör: Hatice Yıldırım

—Oğuz ya, hep aynı şeyi yapıyorsun!
—Ayaklarım yandı oğlum. Eve mi gitsek?
—Olmaz, seviyorum burada oynamayı.
—Kumda tepük oynamak. Doğru, bunu kim sevmez!
Oğuz sıcak kuma sinirli bir tekme savurdu. Havalanan kum tanecikleri daha yere inmeden o çoktan denize ayaklarını sokmuştu bile. Ayakları serin suya girince biraz rahatlamış gözüküyordu. Birkaç dakika geçmişti ki suyun içinde zıplamaya bir yandan da bana bağırmaya başladı.
—İbrahim koş buraya gel çabuk! Galiba hazine haritası buldum.
Hazine haritasını duyunca oyunu bırakıp hemen yanına koştum. Suda bulduğu şişe, aynı geçen kış ninemin anlattığı masaldaki gibiydi. İkimizi de bir heyecandır sardı. Hem açmak istiyorduk hem de korkuyorduk.
—Efsunlu mudur ki? Cinler bize musallat olmasın?
Şişeye şüpheyle baktım. Bir şişenin efsunlu olup olmadığını nasıl anlarız hiç bilmiyordum. Oğuz bana aldırmadan konuşmasını sürdürdü.
—Anam komşuya anlatırken duydum. Köylünün biri tarlasında gömü bulmuş. Çanağın ağzı öyle sıkı kapalıymış ki adam açmak için on sekiz gün uğraşmış.
—Kırsaymış ya, niye uğraşmış?
—İçindeki değerli şey zarar görmesin diye.
—Açınca ne bulmuş?
—Hiçbir şey.
—Nasıl hiçbir şey?
—Hiçbir şey işte. Kapağını açınca içinden bir şey çıkmamış. İçinde görünmeyen varlıklar vardı ve kapağını açınca köyün dört bir tarafına dağıldı diye düşünmüşler.
—Sonra?
—Sonrasını bilmiyorum. Anam, “Yine mi laf dinliyorsun!” diyerek beni odadan kovalamıştı.
—Tüh!
Oğuz ile birbirimize tereddütlü bakışlar fırlattık. Doğrusu şu etrafa dağılan görünmeyen varlıklar biraz canımı sıkmıştı. Ben tam, “At denize, kurtulalım!” diyecekken Oğuz şişenin tıpasını açtı ve kâğıdı çıkardı. Sırtımda bir ürperti hissettim ve Oğuz’a iyice sokuldum. İkimiz aynı anda derin bir nefes aldık. Kâğıdı açarken dudaklarımızı mırıl mırıl kıpırdatarak bildiğimiz tüm duaları okuduk. Beklediğimiz gibi içinden kırmızı çarpı işareti ile hazinenin yerinin gösterildiği bir harita çıkmadı. Onun yerine okuyamadığımız dilde bir yazı çıktı. Şaşkınlıkla açılan gözlerimiz birleşti.
—Harita değil bu?
—Belki çizmemiştir de yerini tarif etmiştir.
—Frenk dili mi acaba?
—Hiç bilmiyorum ki.
—Ee, şimdi ne yapacağız?
Düşünecek bir şey yoktu. İkimizin aklına da aynı şey gelmiş olacak ki koşmaya başladık. Çünkü bunu okusa okusa babam okurdu. Bu durumda hazineyi babamla paylaşmamız gerekecekti, ama başka çaremiz yoktu. Tabii siz babam Hoca İshak Efendi’yi tanımıyorsunuz. Kendisi yürüyen bir sözlüktür. İbranice, Rumca, Türkçe, Arapça, Farsça, İtalyanca, Fransızca, Latince bilir. Patrikhane’deki Ortodoks din adamları bile okuyamadıkları belgeleri ona getirirler. Babam bir müderris, bilimsel eserlerin tercümesinde uzman ve ayrıca eğitim kitapları yazarı. Dolayısıyla işi okumak.
Ben babama hiç benzemiyorum. “Kitap okumak mı, misket yuvarlamak mı?” derseniz cevabım belli. Babamsa benim yaşlarımdayken hep okuyacak bir şeyler bulurmuş. Eğer abarttığımı düşünüyorsanız babamın sadece sekiz yılda on üç ciltlik, tam on kitap hazırladığını söylemek isterim. Ayrıca Fransız yazar ve matematikçilerin eserlerini takip edip onları öğrencilerinin de okuyabilmesi için tercüme eder. Öğrencilerinin Avrupa’daki bilimsel gelişmelerden geri kalmasına asla müsaade etmez. Öyle ki modern kimya konusunda basılmış ilk Türkçe makaleyi de övünmek gibi olmasın ama babam yazmıştır. Aslan babam, sen çok yaşa!
Gelelim Oğuz’la bulduğumuz kâğıda. Medreseye vardığımızda nefes nefeseydik. Babam yığınla kitabın, ders notunun içine gömülmüş bir şeyler okuyordu. Biz gürültüyle içeri dalınca kafasını kaldırdı. Hemen yanına gidip şişeden çıkan kâğıdı ona uzattık ve olanları bir çırpıda anlattık. Hazineyi kendisiyle paylaşacağımızı da eklemeyi ihmal etmedik. Babam güldü, uzun sakalını sıvazladı ve kâğıdı okumaya başladı. Gözlerimizi ayırmadan heyecanla kendisini izliyorduk. Bize yıllar gibi gelen bir zaman sonra bakışlarını kaldırdı. Kâğıtta yazılanların İtalyanca olduğunu söyledi. Nefesimizi tuttuk ve babamı can kulağıyla dinledik.
—İtalyan bir aşçı, tariflerini tüm dünya ile paylaşmak istemiş ve onları tek tek yazıp şişelere koymuş. Sonra da denize bırakmış. Sizin nasibinize de lezzetli bir kuzu yahni çıkmış.
Gülmemek için dudaklarını kemiren babam bize bir görev de verdi. Artık sahilde sadece tepük oynamıyor, aşçının denize attığı diğer şişelerin kıyıya vurmasını bekliyoruz. Böylece babam İtalyanca tarifleri tercüme edecek ve ilk yemek kitabını yazacak.