ON PARMAĞINDA ON MARİFET
- Serap Doygun

- 13 Haz 2024
- 3 dakikada okunur
Yazar: Serap Doygun
Editör: Fatma Tülin

—Nırınırınıı!..Nırınırınıı!..
—Evladım tizden gir!
—Innırırıınnırırı!..
—Bu tiz mi?
Sami, kocaman açtığı kahverengi gözleriyle, ne yapacağını bilmez bir şekilde bakıyordu. Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi gözlerini bıkkınlıkla devirdi, derin bir nefes aldı. Pes edemezdi, eğitimle sabrın çok yakın iki arkadaş olduğunu biliyordu. Yüzlerce öğrenciyi bu şekilde yetiştirmişti. Pencereden bahçeye baktı. Rengârenk çiçekler, baharı resmeden ünlü bir ressamın elinden çıkmış kusursuz bir tablo gibiydi. Çok kısa bir süre, tatlı tatlı şakıyan serçeleri dinledi. Sonra, sakin bir ses tonuyla konuşmaya başladı.
—Pekâlâ… Bir martı olduğunu düşün. Güneş, ufukta yeni günün müjdesini verircesine parlıyor. Ama açlıktan dilin gagana yapıştığından, manzara umurunda bile değil.
Arkasını dönüp öğrencisine baktı. Sami gözlerini kapamış, iki eliyle karnını ovalıyordu. Itrî tebessüm etti. Bu sefer olacağına dair içinde derin bir inanç vardı. Öğrencisi andan kopup gözlerini açmadan, aceleyle devam etti:
—O sırada, İstanbul Boğazı’nın serin sularında bir parıltı fark ediyorsun. Bu lezzetli balığı midene indirmek için, hızla alçalıyorsun.
Konuşurken, bir yandan öğrencisini izliyordu. Sami vücudunu öne doğru eğmiş, kollarını ise geriye doğru iyice gerdirmişti. Bu haliyle, gerçekten inişe geçmiş bir kuşa benziyordu. Itrî ellerini heyecanla çırparak bağırdı.
—Harikulade! Giderken nasıl ses çıkarıyorsun peki?
—Allah, Allah!..
—Yok Bismillah! Niye öyle diyorsun evladım?
—Balıkla cenk edeceğiz ya.
—Cenk etmeyeceksin, yiyeceksin.
—Karşı koymayacak mı?
—Koymayacak.
—Bir lokmada yutacak mıyım?
—Yutacaksın.
—Hocam emin konuşuyorsunuz. Yoksa bu balığı tanıyor musunuz?
Itrî, pembe çiçek desenleriyle bezeli porselen fincanındaki papatya çayından koca bir yudum aldı. Gerçi papatya tarlasını komple çiğnese işe yaramazdı. Ama ne demiştik, sabır ile eğitim sıkı dostlardı. Sinirini bastırmak ister gibi zoraki gülümseyerek, Sami’nin sorusunu yanıtladı:
—Tabii, arada oturup tavla oynuyoruz.
Sami, konuşup konuşmama konusunda tereddütlüydü. Hocasının bir şeylerden rahatsız olduğunu anlamıştı ama bunun nedeni konusunda fikri yoktu. Yine de, içindekini söylemeden rahat edemeyecekti. Aklındakini bir çırpıda, üzerine besteler yazılmış destelerce kâğıt ve çeşitli müzik aletleri ile dolu odaya bıraktı:
—Hocam yemesem mi? Sonuçta tavla arkadaşınız.
Itrî, Sami’nin gözlerine öfkeyle baktı. Söylediğim gibi, papatya çayının hiçbir faydası olmamıştı. Belki de bir dahaki derse yanında fıçı getirmeliydi.
—Hocam, diyorum ki, acaba hiç ses çıkarmasam mı?
Itrî, kendini yılgınlıkla yerdeki mindere bıraktı, belli belirsiz mırıldandı:
—Ses çıkarmadan nasıl müzik yapacağız?
—Zorunda mıyız?
—Seni bilmem ama ben bestekâr, ses sanatçısı, neyzen ve müzik öğretmeni olduğum için zorundayım.
—Peki sessiz yapabileceğimiz bir mesleğiniz yok mu?
Itrî, beklemediği bu soru karşısında afallamıştı. Gözlerini havaya dikip düşündü.
—Hımm… Aslında var. Şairlik. Sen şiir yazabiliyor musun?
—Birkaç kez denemiştim. Hatta anam tekrar tekrar okuttu.
Itrî’nin gözleri hevesle parladı. Bu çocuktan ümidini hiçbir zaman kesmemişti. Neşeyle cıvıldadı:
—Hay yaşa! Oku bakalım.
Sami, birkaç kısa öksürükle sesini temizledi ve muhteşem şiirini bir nefeste okudu:
“Mis gibi kokular burnumda,
Babamın kervanı dönüş yolunda.
Anam çörek yapmış tavada,
Yanında ayran var mı acaba?”
Itrî, bu kadar çabuk heyecanlandığı için kendine kızdı. Yine de herkes ikinci bir şansı hak ederdi. Hatta çocuklarda bu sekize kadar çıkabilirdi. Yerinden doğrulup, hevesle sordu:
—Yazı çalışmaya ne dersin?
Sami, ona anlamaz gözlerle bakıyordu. Kafasından türlü türlü sorular geçtiği belliydi. Ama muhtemelen hocasının az önceki tepkisinden dolayı çekiniyordu. Itrî, ona aldırmadan açıklamaya koyuldu:
—Hattatım ya ben. Önce harfleri talim eder, sonra da yazı çalışmalarımıza başlarız. Ama bu iş gayret ister. Tek bir harf için bile uzun süre çalışmamız gerekebilir.
Sami’nin gözleri sevinçle aydınlandı. Itrî, "Sonunda yeteneği olan şeyi bulduk sanırım." diyerek rahatladı ve arkasına yaslandı.
—Harika bir fikir! Anam bu sabah derse gelirken: “Itrî Efendi’ye söyle, bestelerini yazdığı kâğıtlardan artık lazım olmayanları sana versin. Ocağı tutuştururken çok işe yarıyor.” dedi.
—…
Bu iş inada binmişti. Itrî son kez sabır çekti. Sonuçta herkesin sanata, yazıya yeteneği olmak zorunda değildi. Olabildiğince yumuşak bir ses tonuyla konuştu:
—Gel, bahçeye çıkalım. Mahlasım Itrî’den dolayı biliyorsundur, diğer bir mesleğim çiçek ve meyve yetiştiriciliği. Aldığım sümbül soğanlarını birlikte ekelim. Ne dersin?
Sami, işte şimdi gerçekten çok mutlu görünüyordu. Ellerini neşeyle çırpıp, olduğu yerde zıpladı:
—Hocam en iyi mesleğiniz bu bence! Diğerleri karın doyurmuyor. Sümbül ne meyvesi veriyor? Reçeli mi iyi olur, kompostosu mu?
—….