top of page

KELİMELERİN BÜYÜSÜ

  • Yazarın fotoğrafı: Selda Meydan
    Selda Meydan
  • 25 Nis 2024
  • 4 dakikada okunur

Yazar: Selda Meydan

Editör: Bilge Bilgehan

Şef Editör: Behice Kavak


ree

Okul panosu önünde karıncalar gibi kaynaşan kalabalığı görünce şaşırdı. Sirk falan mı geliyordu okula, herkes neden böyle heyecan içindeydi? Hemen panonun önüne ışınlanan Çınar, boyunun kısalığını avantaja çevirip arkadaşlarının bacakları arasından emekleyerek en öne geçti ve ilanı bir çırpıda okudu.

Bu bir dağ gezintisi etkinliğiydi. Masrafları okul idaresi karşılayacak, geziyle ilgili bir de yarışma düzenlenip birinciye tablet bilgisayar hediye edilecekti. Son cümleyi okuyunca aklı başından gidecekti ki hemen tuttu. Dört yüz elli gün, sekiz saat, on dakika, bilmem kaç saniyedir tableti olsun diye dua ediyordu. Hızlıca yarışma şartlarının satır aralarını okumaya koyuldu, okudukça da yüzü soldu. Gezide en iyi fotoğrafı çeken kişi ödül sahibi olacaktı. Oysaki onun fotoğraf çekmek için ne makinesi ne telefonu vardı. Babasından uzun zamandır telefon almasını istiyordu. Evin geçimini zor sağlayan babasının bunu alabilecek gücü olsa hiç söyletmez alırdı, biliyordu.  Yarışmaya katılamayacağına göre geziye gitmesinin de bir anlamı yoktu.

Eve döndüğünde canı o kadar sıkkındı ki annesine selam bile vermedi. Annesi her zamanki pamuk sesiyle seslendi.

- Çınar’ım hoş geldin. Bak, senin sevdiğin gibi bol soğan, domates ve biberli bulgur pilavı yaptım. Bir tabak yer misin?

- Canım çekmiyor, yemeyeceğim.

- Ne’n var kuzum, niye böyle bir garipsin, kavga falan mı ettin, öğretmenin mi bir şey dedi?

- Bir şey yok anne!

- Benim en büyük işim sensin, anlatmazsan şuradan şuraya gitmem. Hadi de bakayım, neye üzüldün?

Annesi hep böyle yapardı, ne yapıp edip o tatlı diliyle ağzındaki her türlü baklayı kolayca çıkarıverirdi. Acaba annesinin üstün güçleri mi vardı? Her zaman olduğu gibi bütün baklaları döktü orta yere. Telefonu olmadığından yarışmaya katılamayacağını söylerken sesi titredi, boğazı düğümlendi. Annesi onu kollarının arasına aldı. Saçlarını öptü, okşadı. Çınar içini çekerek iyice sokuldu annesine. Annesinin üzerine sinen kavrulmuş soğanla karışık sabun kokusunu soludu.

- Dert ettiğin şeye bak evladım, sen ne dedin az önce? Gezide gördüklerini, en güzel şekilde yansıtan ve hissettiren resmi seçeceklermiş, demedin mi?

- Evet.

- E, iyi ya işte! Sen de o güzellikleri nasıl gördüğünü, sana ne hissettirdiğini yansıtabilirsin onlara.

- Fotoğraf çekmeden nasıl yapacağım ki bunu?

- Yazarak yavrum. Bir fotoğraf ne kadar güzel de olsa insana kelimelerin yaşattığı duyguların hepsini birden yaşatamaz ki. Yazacaklarınla, herkese gezdiğiniz yerleri yeniden dolaşmış gibi hissettireceğine eminim.

Çınar’ın gözleri parladı.

- Olur mu ki?

- Olur tabi, niye olmasın? Hem sen hep demez misin, anneciğim kitap okurken anlatılan yerlerin hepsini geziyorum, kahramanların hissettiği her şeyi ta içimde hissediyorum, diye. Hah, işte şimdi de sen hissettir bakalım, öğretmen ve arkadaşlarına.

Çınar’ın gözlerinde kandiller ışıdı birden. Ertesi gün seke seke okula gitti.

Gezi boyunca defterine aldığı notları akşam eve döndüğünde düzenleyip gördüklerini yazıya döktü.

“Dağın eteklerine ulaştığımızda araçtan indik. Karşımızda dikilen koca dağ, en güzel elbiselerini giymiş, en güzel kokularını sürünmüş bizi kapıda karşılıyordu. Şöyle başımı kaldırıp bir baktım, bulutlara doğru tüm haşmetiyle uzanmış gökten umut ve mutluluk koparmaya çalışan bir ele benziyordu. Üzerine rengârenk dövmeler yapılmış, çiçekler ve ağaçlarla bilekleri bezenmiş süslü bir el.

Burnuma tanıdık bir koku geldi. Annemin çorbalarının sıcaklığında, soğuk kış akşamlarının karışık bitki çayları ferahlığında bir koku. Kekikmiş. Ayağımın altında yemyeşil çimenler, aralarında her renkten çiçekler, adeta önümde sevgiyle selam veren karşılama alayı gibi duruyorlardı. Dağın eteklerine yayılmış çiçeklerin yerini, yukarılara çıktıkça değişik ağaçlar aldı. İğne yapraklı çam, Fatih’in İstanbul’u fethi sırasında gemilerini Haliç’e geçirmek için kullandığı, üzerinde kandiller gibi dizilmiş kozalakları olan köknar, rüzgârda yaprakları şarkılar mırıldanan meşe, pürüzsüz ışıl ışıl bir bedene sahip olan püskül yapraklı kayın, sert ve dayanıklı gövdesi ile babamı hatırlatan gürgen ağaçları.

Kulağıma rengârenk kuşların dallarda salınarak, çok sesli bir korodan yayılıyormuşçasına çıkardıkları melodiler çalınıyordu. Sanırım aralarında en güzel sesli olanı seçmek için bir yarışma düzenlemişlerdi. Keşke kalimbam yanımda olsaydı, bu güzel koroya ben de eşlik ederdim diye iç geçirdim.

Aşağıya doğru uzanmış devasa yaprakların arasından, açık unutulmuş musluk sesi gibi gelen şırıltı dikkatimi çekti. Suya eğdiği yapraklarını sağa sola oynatarak serinleten söğüt ağacının dallarına tutunarak loş patikadan aşağı indiğimde üzerinde güneş ışıklarının raks ettiği ve onların bu iltifatı altında nazlı nazlı süzülerek akan dereyi fark ettim. Şimdi babam olsa içine bir karpuz bırakırdı, akan suyun içinde soğuyan o karpuz tadından yenmezdi diye hülyalara dalmışken ağzımın kenarından damlayan su, yerdeki sarı papatyanın üstüne düştü. Susuzluktan kavrulmuş papatya bir anda canlanıp minnetle yüzüme baktı.

Üst yoldan geçen arkadaşlarımın cıvıltılarını duyunca derenin içinde daldığım hayallerden kurtulup yeniden yola çıktım. Ağaçların üstünde yakalamaca oynayan sincaplar görmüşlerdi ve onların fotoğrafını alabilmek için neredeyse birbirlerini ezeceklerdi. Sincaplar da bunun farkına varmış olacaklar ki oradan oraya atlayıp, hepsini peşlerinde toz toprak içinde süründürüyorlardı. Çocuklar ağaçların altında oradan oraya koşup bir kare yakalamaya çabalarlarken, onlar dallarda birbirlerine fındık atarak, çekirdek çitleyerek kahkahalarla gülüşüyorlardı.

Güneşin dünyaya küsüp sırtını döndüğü vakte kadar gözlerim kapalı, koyunların çıngıraklarının eşlik ettiği melemelerini, karşısına çıkan her taşa selam vererek şırıl şırıl akan dereyi, cami önünde muhabbet eden yaşlı amcalar gibi homur homur kendi aralarında konuşan inekleri dinledim. Patika yollarda dolaşırken papatyaların, akasya ağaçlarının, güneşte bronzlaşan otların kokusunu ciğerlerime doldurdum. Çeşit çeşit ağaçların kabuklarını, karşıma çıkan kuzuların kuş tüyü yastığım kadar yumuşak gıdılarını, mis kokulu çiçeklerin yapraklarını okşadım.

İyi ki de fotoğraf çekemedim. Böylece gördüğüm tüm güzellikleri tek bir kareye sığdırmaya çalışmak yerine hepsini zihnime ve kalbime yerleştirdim ve doyasıya yaşadığım bir gün geçirdim. Kelimelerimle size de aynı duyguları yaşatmaya çabaladım. Umarım başarabilmişimdir.”

Gezinin ertesi günü yarışmaya katılan tüm fotoğraflar değerlendirmeye alındı. Çınar’ın yarışmaya katılma isteği yazdığı kompozisyonla kabul edilmişti. Öğretmen ve arkadaşlarının önünde kalbi küt küt atarak hazırladığı metni okudu. Yarışma sonucu açıklandığında kulaklarına inanamadı. Duyuruda fotoğraf dendiği için bir arkadaşının fotoğrafı birinci seçilmiş ancak Çınar’ın yazısı da çok beğenildiğinden aynı ödülün ona da verilmesi uygun görülmüştü. 

- Ah, bu anneler!

 
 

©2023, Recep Bilal Aksu tarafından kurulmuştur.

  • Instagram
bottom of page