İSTANBUL’DA BİR TEPE
- Serap Doygun
- 25 Nis 2024
- 3 dakikada okunur
Yazar: Serap Doygun
Editör: Zeliha Kılıç
Şef Editör: Behice Kavak

Burası, Suriçi’nde yer alan üçüncü tepe, kanatlarımı açıp kendimi hava akımına bırakmaktan büyük zevk aldığım yegâne yer. Havası başka, manzarası başka, rüzgârının bu iyice beyazlamış yaşlı tüylerimde bıraktığı his bambaşka. “İstanbul deyince aklına ne geliyor?” diye sorsalar bu tepeyi söylerim. İstanbul bu tepeden ibarettir bile diyebilirim.
— Dede biraz fazla abartmıyor musun?
— Hadi oradan köftehor! Sen nereden bileceksin? Ben yılların tecrübesiyle, görmüşlüğüyle konuşuyorum. Bu tüyleri değirmende mi ağarttım sanıyorsun?
— İyi ama küçüklüğümden beri benim de tüylerim beyaz ve kendimi hiç yaşlı hissetmiyorum.
— O beyaz bu beyaz mı evladım? Beyazın da kaç bin tane tonu var.
— Kaç bin?
— Çok bin! La havle…
— Tamam dede kızma. Lafını kesmeyeceğim bir daha söz. Hadi, anlat sen.
— Eh, iyi madem çok istedin.
Çok güzel bir bahar günü şu çayırın üzerine konmuş, manzaraya bakıp gözlerimi dinlendiriyor, o tatlı bahar çiçeklerinin kokusunu içime çekiyordum ki hemen ileride birkaç adam gördüm. Parmaklarıyla bazı yerleri işaret ediyorlar, hararetli hararetli konuşuyorlardı. Eyvah dedim kavga çıkacak. E, o zamanlar genciz tabii. Kavgaya karışmışlığımız da kavga ayırmışlığımız da çok. Kanımız deli akıyor. Belki bir yardımı olur diye hemen bir ıslık öttürdüm ve Necati Amca’nı çağırdım. Islığım gagamdan biraz fazla yüksek sesli bir gaklama olarak çıkmış olacak ki adamlar benden tarafa baktı.
— Korktun mu dede?
— Yok be oğlum, ne korkacağım! Ama onlar korkmuş besbelli, kısa birkaç kelam daha edip arkalarına bakmadan gittiler.
— Aslan dedem!
— He he he… Abartma evladım o kadar da değil.
Ertesi gün yine aynı yerdeydim. Bu sefer Necati de yanımda. Birlikte mangala oynuyoruz. O zamanlar çok tutulan bir oyundu. Yıllar içinde meraklısı azaldı. Şimdi sizin oynadığınız abidik gubidik oyunlara benzemez yani.
Neyse, ne diyorduk? Ben tam mangalada Necati’yi yeniyorken adamlar yine geldi. Ama bu sefer sayıları epey fazla. Bir baktık yeniçeriler falan da var. “Abi ne oluyor?” dedi Necati. Dur, dedim. “Sakin ol!” Adamlara biraz daha yaklaştık. Geçen sefer de gördüğüm ak sakallı, uzun boylu, geniş omuzlu adam eliyle koluyla bir şeyler işaret ediyordu. Kalabalığın ortasındaki adam da dikkatle onu dinliyordu. İyice sokulunca ne duysak beğenirsin? Adam, “Padişahım böyle yapalım, hünkârım şöyle yapalım,” diye anlatıp duruyor. Turuncu gagalar aşkına! Karşımızdaki cihan padişahı Kanûnî Sultan Süleyman imiş meğer. Necati ile hemen kendimize çekidüzen verdik. Padişah bir iki emir verdi. Karşısındaki adam da birkaç kelamla karşılık verdi. Konuşmalardan anladık ki bizim ak sakallı meğer Koca Sinan’mış. Elbette Mimar Sinan’ı biliyorduk. Yaptığı nice eserin üzerinde kanat çırpmak, o muhteşem camilerinin avlusunda su içmek nasip olmuştu. Ama kanlı canlı görmek başkaydı, o güne kısmetmiş. Hey gidi günler hey!..
— Dede ya, durma anlat!
— Dur evladım biraz soluklanayım. On beş günlük müsün sen?
— Hayır dede, tam yirmi altı günde çıktım yumurtamdan ama en heyecanlı yerinde durdun yine.
Nihayet o adamlar da gittiler. Kısa bir süre sonra inşaat başladı. Bir süre, bu bizim kafa dinlediğimiz tepede tak tuk sesleri, konuşmalar, bağrışmalar eksik olmadı.
— Rahatsız olmadınız mı dede?
— Olduk tabii canım. Ama sonunda güzel şeyler olacağını biliyorsan sevmediğin şeylere sabretmelisin. Biz de öyle yaptık. Birbirimize hep sabırlı olmayı tavsiye ettik.
— Ama Necati Amca öyle anlatmıyor dede.
— Bak sen! Nasıl anlatıyor?
— Sen çok kızmışsın. “Kafa dinlediğimiz bir yer vardı, o da gitti. Koca İstanbul’da başka yer mi bulamadılar?” diye söylenip durmuşsun. Sonra Necati Amca meşe palamudu bulmuş. Kulaklarınıza tıkaç yapmışsınız da o zaman biraz rahatlamışsın.
— İnanma evladım bu hikâyelere. Ben ne diyorsam o! Necati’ye de soracağım bunun hesabını.
Neyse çok geçmeden gürültü patırtı kesildi zaten. Arkadaşlardan öğrendik ki Mimar Sinan temelin sağlam olması için bekliyormuş. Gün geldi tekrar başladı. İnşaat yükseldikçe bizi de bir heyecan dalgasıdır sardı. Camii, imparatorluk topraklarının farklı yerlerinden getirilen malzemelerle tam yedi yılda tamamlandı. Ustabaşından duyduğumuza göre inşaatta 1713’ü Müslüman, toplam 3523 işçi çalışmış.
— O kadar kalabalıkta kafanın şişmesi normalmiş dede, ha ha ha…
— Yok evladım kafa şişmesi falan. Heyecanla bekledik diyorum. İnanma sen Necati’ye.
Bak esas heyecanı açılışta yaşadık. Sultan Süleyman, Mimar Sinan’a dönüp, “Burayı senin açman daha uygun olur,” dedi. Çünkü mimarbaşının her bir ayrıntıyı nasıl ince ince düşündüğünü, gecesini gündüzüne katıp ortaya fevkalade bir eser çıkardığını biliyordu. Lakin Mimar Sinan padişahın bu isteğini geri çevirdi ve ona şöyle karşılık verdi: “Hünkârım, hattat Ahmed Karahisarî bu camiyi hatları ile donatırken gözlerini kaybetti. Bu şerefi ona bahşedelim.” Tabii ki Hünkâr da bu öneriyi yerinde buldu ve açılışı hattat Karahisarî yaptı. Elbette yanında en iyi öğrencisi ve manevi evladı Hasan Çelebi de vardı.
İşte bugün burada muhteşem Süleymaniye manzarasına karşı tünemiş tatlı tatlı muhabbet ediyorsak hep bu güzel ve gayretli insanlar sayesinde.