GÖZLERİNDEN YILDIZLAR DÖKÜLEN KIZ
- Selda Meydan

- 25 Nis 2024
- 3 dakikada okunur
Yazar: Selda Meydan
Editör: Seçil Deniz
Şef Editör: Behice Kavak

Usulca duvara tırmandı, kalp atış hızı yüz kırkı bulmuştu. Korkuyla sağa sola bakındıktan sonra yavaşça kendini çam ağaçlarının arasından bahçenin içine bıraktı. Gökte dolunay, koskocaman bir inci gibi parlıyordu. Bütün gün yağan yağmurun ardından her yanı ıslak, rutubetli bir toprak kokusu sarmıştı. Islak tüylerinin altında sırtına yapışmış olan midesinden gelen gurultular kulaklarını tırmalıyordu. Şu an tek hayali karnını doyurup sıcacık bir odada yumuşacık battaniyenin altına kıvrılıp güzel bir uyku çekebilmekti.
Her zaman hemcinslerinden biraz farklı olmuştu. Onlar bazen avcı kimliklerini kullanarak bazen de insanların çevresinde türlü şaklabanlıklar yaparak karınlarını doyurmanın bir yolunu hep bulurlardı. O ise kıyıdan izler ve onlar doyduktan sonra arta kalanlarla idare etmeye çalışırdı. Bir keresinde onlar gibi davranmaya çalışmış, gözüne kestirdiği yaşlı bir amcaya kendini sevdirmek ve elindeki içi balık dolu poşetten nasiplenebilmek için amcanın kucağına atlamış ama hızını ayarlayamadığı için ikisi birden yere yuvarlanmışlardı. Bunu bir daha hiç denemedi.
Hem zaten bu hâliyle onu sevebilecek insan bulması da zordu. Nitekim bugüne kadar da pek olmamıştı. Kemikleri sayılacak kadar zayıftı ve diğer kedilerde olduğu gibi sarı, gri, beyaz veya parlak siyah renkte tüylere sahip değildi. Tüylerinin ne renk olduğunu kendisi de bilmiyordu açıkçası ama bildiği pek de hoş bir rengi olmayan sert ve dik tüylere sahip olduğuydu.
Küçüklükten beri bulunduğu her ortamda itilip kakıldığı, görmezden gelindiği için insanların bulunduğu mekânlara fazla yaklaşmaz, hele evlerin etrafında hiç dolaşmazdı. Diğerlerinin yaptığı gibi yüksek duvarlara tırmanıp bir kaplan edasıyla etrafa bakınmak yerine duvar diplerinden yürürdü. Ama bu gece dayanacak gücü kalmamıştı. Yol kenarlarındaki tüm barınakları, evlerin kuytu yerlerini hatta çöpe atılmış paçavraları dahi diğer kediler kapmış, hiç birisi ona, “Senin hâlin nicedir? Gel sen de şöyle kıvrılıver,” dememişti.
En son dün sabah, çöpte bir poşetin içinde tavuk artıkları bulup yiyen bir kedinin geride bıraktığı birkaç parça yiyecek geçmişti kursağından. Sonrasında bütün gün sağanak hâlinde yağan yağmurdan kaçarak sığındığı bir kapı saçağının altında içinde yumuşacık tüyler olan bir kutu bulmuş ve bunu hiçbir kedinin fark etmemiş olmasına çok sevinerek içine girip kıvrıldı. Onun kırk beş numara ayakkabı giyen bekçinin postalı olduğunu nereden bilebilirdi ki? Bekçi Amca gece görevi için dışarıya çıkıp da ayağını hızla ayakkabısına atınca korkudan bir metre havaya sıçradı. Ayağına değen dikenli ve sıcak şey yüreğini ağzına getirdi. Ancak esas kıyamet onun bir kedi olduğunu anlayınca koptu. Bekçi Amca eline aldığı sopayla onu üç sokak kovaladı. Neyse ki yağmurda ıslanıp nefesi de kesilince pes edip söylene söylene geri döndü.
Kedicik biraz sokakta dolaştıktan sonra bacaklarının feri kesilmiş hâlde kendisini bu sarı badanalı evin bahçesine zor attı. Hâlâ ıslak olan yemyeşil çimlerin üzerinden yürüyerek bahçenin köşesindeki çardağa ulaştı. Üstü kapalı olan tahta oturaklar biraz nemliydi. Bacaklarını karnına toplayarak hemencecik yerleşti ve kendisini uyumaya zorladı. Sabaha karşı gözlerini hafifçe araladı, gün ışımak üzereydi. Kimse onu görmeden buradan gitse iyi olacaktı. Fakat kımıldayacak gücü yoktu.
Göz kapakları yeniden kapandı. Az sonra kulağına gelen ince bir sesle irkildi. Korkuyla gözlerini açtığında karşısında kendisine sevgiyle bakan bir çift menevişli yeşil göz vardı. Üşümüşsün sen, ne yapıyorsun burada böyle, dedi gözleriyle içini ısıtan kız. Sonra elini uzattı ve hayatında ilk defa bir insan azarlamadan, tekme atmadan veya yüzünü buruşturmadan sırtını ve başını okşadı. Başka zaman olsa ürküp hızla kaçardı oradan ama şu an bunu yapabilecek durumda değildi. Ne kadar da sıcacık elleri vardı. “Elleri bu kadar sıcaksa kim bilir kalbi nasıldır,” dedi kendi kendine. “Herhâlde kuş tüyü bir yastık kadar yumuşacık ve sevgi doludur. “
“Açsın sen anlaşılan, dur sana yiyecek bir şeyler getireyim,” dedi güneş bakışlı kız. Ceylan gibi sekerek binanın içine girdi ve az sonra elinde dumanı tüten bir tabakla geri döndü. Ne de güzel kokuyordu. Daha önce sokaklarda dolaşırken burnuna bunun gibi güzel kokular gelmişti ama ilk defa bu kadar yakında ve uzanabileceği bir mesafedeydi. “Hadi ye,” dedi gözlerinden yıldızlar dökülen minik kız. Çok açtı ama hiçbir zaman arsızca yemeğe atlayan bir varlık olmamıştı.
Başını kaldırıp güneş dünyayı aydınlatırken onun dünyasına ışığını saçan gözlere dikkatle baktı ve kendini o sıcaklığa bıraktı. İçi ısındı birden ve önce önündeki yemeğin kokusunu içine çektikten sonra kenarından yemeğe başladı. Nasıl da lezzetliydi, hayatı boyunca bu kadar güzel bir şey yememişti. Çekinerek kuyruğunu sürttü minik kızın koluna. “Afiyet olsun,” dedi kalbinde kuş tüyü yastık taşıyan kız ve ellerini sırtında gezdirdi. Ellerinden âb-ı hayat damladı sıska ve yorgun bedenine. Sonra onu kalbindeki kuş tüyü yastığın üzerine aldı ve evine götürdü. Ona, “Otların üstündeki çiy tanelerinin arasında buldum seni, o yüzden Çiy olsun adın,” dedi.
İşte o soğuk kış sabahı Çiy’in hayatının dönüm noktası oldu. Küçücük bir dokunuş bütün hayatını baştan sona değiştirdi. Artık dünya buz gibi ve taş duvarlardan ibaret bir yer değildi onun için. Çünkü o artık gözlerinden yıldızlar dökülen kızın kalbindeki kuş tüyü yastıkta uyuyor ve gözlerini kapattığında güzel rüyalar görebiliyordu.