top of page

BERLİNER VE ÇAN SESLERİ

  • Yazarın fotoğrafı: Selda Meydan
    Selda Meydan
  • 20 Şub 2024
  • 3 dakikada okunur

Yazar: Selda Meydan

Editör: Tuğba Yavuz

Şef Editör: Behice Kavak


ree

Kulağına gelen yüz on desibellik sesin etkisiyle gözlerini zorla araladı, tekrar kapanmamaları için göz kapaklarının arasına kibrit çöpü koydu ve camdan dışarıya baktı. Karşıdaki kilisenin tepesinde bulunan kocaman bir çıngırağın ortasına kırmızı yanaklı, şişman bir adam oturmuş elindeki balyozla bir sağa bir sola vurarak herkesi uyandırmaya çalışıyordu. Her sabah bu sesle kalkmak işkence gibiydi. Ayaklarını sürüyerek yan odaya geçti ve anne babasıyla kahvaltı masasına oturdu. Annesi kahvaltı için berliner yapmıştı. Burada sevdiği tek şey; vanilya kokulu yumuşacık hamuru, üstündeki pudra şekeri ve en önemlisi de ısırır ısırmaz insanın ağzında yayılıveren çilek marmeladıyla bütünleşmiş berlinerdi.

Alplerin eteklerindeki bu küçük kasabaya geleli sadece birkaç hafta olmuştu. Bir binanın çatı katında bulunan iki küçük odalı, rutubet kokulu ve duvarları küflü evlerinden üç kilometre yedi yüz metre uzaklıktaki okuluna her gün bisikletle gidiyordu. Yolda geçen on iki dakika boyunca da belki bir gün lazım olur, diye kasabayı çevreleyen meşe ve kayın ormanlarının ürettiği oksijeni, ciğerlerinde depoluyordu. Şu ana kadar sekiz sene iki ay on altı günlük oksijen biriktirmişti.

Gurbetçi ailesi, ilkokulu bitirince onu memleketinden, anneannesinin yanından alıp buraya getirmişler ve eğitimine artık yanlarında devam etmesini istedikleri için kasabanın ortaokuluna kaydettirmişlerdi. Okulun kapısından içeriye girdiği ilk gün, ayağının altındaki mermerlerin parlaklığı gözlerini kamaştırdı. Her yer mis gibi deterjan kokuyordu, duvarlar yeşil pütürlü bir kumaşla kaplıydı. Bir oyunun içinde kendini kaybetmiş vaziyette oradan oraya koşturan çocukların konuşmalarından hiçbir şey anlamıyordu. Havada kelimeler değil de mermiler uçuşuyor gibiydi: Achtung, dumkopf, lauf, fang… Bunları sıkıca tutup aklına sokmaya çalışırken koluna çarpan iki çocuk yüzünden kelimeler iplerini koparıp kaçıştılar.

Sınıf kapısına geldiğinde heyecandan ve korkudan kalbi yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. Kızıl saçları ve yüzünde saçının boyasından aşağıya sıçramış minik damlalar gibi çilleri olan öğretmen ayağa kalkarak yanına geldi, elinden tutarak onu arkadaki boş sıraya oturttu. Gülümseyerek birkaç kez elini göğsüne vurdu ve “İchheisseUrsula” dedikten sonra soran gözlerle -aynı damlalar göz bebeklerinin içine de sıçramıştı- ona baktı. “Sıla,” diye cevapladı biraz da utanarak.

Sıla’nın okulda ilk günü ve diğer günleri hiç de eğlenceli geçmedi. Aslında ona hemen kol kanat geren yeşil, iri gözlü Angelika Sıla’yı hiç yalnız bırakmıyordu fakat gök rengi gözlerinden meteorlar fırlatan Markus adlı çocuk korkulu rüyası olmuştu. İnsan irisi arkadaşı Klaus’a sürekli onu gösterip içinde, “Türk” kelimesinin geçtiği bir şeyler söylüyor ve Krubera Mağarası derinliğindeki ağızlarını açarak alaycı kahkahalar atıyorlardı.

Bir salı sabahı saat on kırk beşte uzun boyu, kır saçları ve hiç gülmeyen yüzüyle okulun en korkunç öğretmeni olan Bay Carl sınıfa girdi. Sandalyesine oturduğunda korkudan suspus olan bütün öğrencilerle birlikte saatin işleyişi de durdu ve maalesef bu yüzden o gün okuldan on beş dakika daha geç çıkmak zorunda kaldılar. Öğretmen dersi anlatmaya başladığında arkasına dönen Markus, Klaus’a bir şeyler fısıldayıp yavaşça kıkırdadı. Bay Carl, “Markus, yanıma gel!” diye kükrediğinde tavandaki lambalardan biri patladı. Korku içinde yanına gelen çocuğun pazusuna parmaklarını geçirdi ve hiçbir şey söylemeden sıkmaya başladı. Az sonra Markus’un yüzünde gökkuşağının tüm renkleri seçilebiliyordu. Birkaç saniye sonra ise öğretmenin ayağının yanında garip sesler çıkararak dans eden bir tırtıl gibi kıvranmaya başlamıştı. Sıla, ilkokulda bazı öğretmenlerin cetvelle vurduklarını veya tokat attıklarını görmüştü ama daha önce hiç böyle bir cezaya şahit olmamıştı. O an bir kaplumbağa olup kabuğunun içine saklanabilmeyi çok istedi. Çünkü o da kaplumbağanın evini sırtında taşıdığı gibi yuvasını -vatanını- yüreğinin içinde iki bin kilometre uzağa taşımıştı.

Aslında sadece o gün değil sonraki günlerde de vaktini o kabuğun içinde geçirdi Sıla. Kendisini altın kafesin içindeki bülbül gibi hissediyordu ve tek istediği kendi özgür göğüne kavuşmaktı. Bunu o kadar çok istedi ki sonunda ikna olan babası altın kafesini satarak elde ettiği parayla onu yuvasına götürdü. Ertesi sene loş ve kalabalık bir sınıfta, üzerine bir sürü isim kazınmış olan tahta sıralardan birinde, bir yandan Küçük Prens okurken bir yandan da kavrulmuş susam kokusunu içine çeke çeke çıtır simidini kemiriyordu.

 
 

©2023, Recep Bilal Aksu tarafından kurulmuştur.

  • Instagram
bottom of page